Acil Hastalara Yardım Vakfı, Başkan Süleyman Doğan’ın münferit gayretleriyle yoluna hızla devam ederken, takvim yaprakları 2005 yıllarını gösteriyordu. Yüzlerce belki binlerce kişinin göz ameliyatı operasyonlarını gerçekleştirirken bir taraftan mağdur insanlara da yardımlar yapılıyordu.
Bu mağdurlara yardım, tanıdıkları veya muhtarlıkları marifetiyle gerçekleşiyordu. İnsanımızın gururu çoğu kez isteklerine mani oluyordu. Sürekli yaptığı televizyon ve radyo programlarında özellikle bunu belirtiyordu Başkan Süleyman Doğan…
Acil Hastalara Yardım Vakfına davet ediyordu. Geleni boş çevirmiyor bir de terapi uygularcasına moraller veriyordu. Aldığı hayır duaların mutluluğu ile günün yorgunluğunu üzerinden atmaya çalışıyordu. Zira çok yoruluyordu.
O yıllarda görme engelli vatandaşlarımız için; Meslek edindirme proje yarışması düzenlemiş, büyük bir katılımın ardından bunu da neticelendirmişti. Engelli olmak, halka engel olmak değil, engellinin de bu ülkenin kalkınmasına bir katkısı olmalı diye düşünüyordu.
Acil Hastalara Yardım Vakfı Başkanı Süleyman Doğan şöyle diyordu: “Hayatın içinde insanoğlunun her zaman A-B-C diye adlandırdığı planları vardır. Zira hayat ne şekilde yaşanacaksa, o şekilde irade-i cüziye’nin tercihleri vardır.
Kimi pişmanlık, kimi de huzur verir bu tercihler insanoğluna… Önemli olan doğru tercihi yapabilmek… Bu da akıl ve akıl alışverişine bağlıdır yapabilene… Aklını çok sevenlere sözüm yok! Varsa da yoksa da en doğrucu onlardır…
Üstelik hiç yanılgıya düşmediklerini sanırlar. Hayatlarında hiç yanılma payı yoktur. Böylelerine çok üzülüyorum! Hayır, belki benden daha akıllıdır bilemem!
Ama yine de bu insanların hâşâ irade-i külliye ile bir sorunları var gibi geliyor bana… İnsan, hayatının ne kadarına hükmedebiliyor sanki? Hiç düşünüyorlar mı? Bir Cuma namazı hutbesinde hoca efendi “dua yapmaktan başka çaremiz yok!” Dedi.
Neden dua yapalım ki, nasılsa her şeyi aklımızca bilemiyor muyuz? (!) Demek ki bir yanılma payımız olmalı… Bunun için duaya ihtiyaç duyuyoruz. Bu insanlar:
“Bugün eve ekmek götürebilecek miyiz?
Bugün alacaklılara ne cevap vermeliyim?
Bugün elektriğimi, suyumu, doğalgazımı açtırabilecek parayı nereden bulacağım?
Bugün ev kirasını nasıl ödeyeceğim? Ev sahibine nasıl bir mazeret uyduracağım?” Diye düşünüyor!
Dikkat ederseniz, bunların tamamı dünyalık… Aklımız, fikrimiz hep buraya odaklı… Oysa bu kâinatı ve insanoğlunu yaratan Allah her seferinde kendisinin anılmasını ve bilinmesini istiyor.
Veren o, vermeyen o, alan o, almayan o… Bize düşen Rabbin rızasını kazanmak adına yardıma muhtaçlar için koşmak!” Diyordu Acil Hastalara Yardım Vakfı Başkanı Süleyman Doğan.
Acil Hastalara Yardım Vakfı ve Başkanı Süleyman Doğan, engelli vatandaşlarımız için; Meslek edindirme proje yarışmasından sonra bir başka kampanya veya bir başka proje için yine yollara düşüyordu. Ancak anlatacağı çok şeyi vardı.
“Herkesin üstesinden geleceği veya gelemeyeceği işler vardır. Örneğin tüm siyasiler hükümete talip olmak ister. Başaracağını umduğu koca bir devletin altından kalkmanın ne kadar zor olabileceğini ancak gerçeklerle yüzyüze geldiği zaman anlar.
Fakat ülkemizde iyi idare edenle, kötü idare edenlerin çok fazla bir önemi yok. Ya takım tutar gibi ya da çıkarlar uğruna başta aileyi sonra inançları daha sonra kültürleri derken ülkeyi Avrupa’nın iki asır gerisinden getirir. Suç kimin tabi ki afyon gibi gösterilen dinin…
Bir gün Azizan Hazretlerine, hatırı sayılır bir zat misafir geliyor. Fakat evde hazır yemek yok… Azizan Hazretleri üzülüyorlar. Evlerinin kapısına çıkıyorlar. O sırada, paça satan bir genç, elinde bir çömlekle geliyor. Çömlekte donmuş paça var…
Genç: “Bu yemeği sizin ve yakınlarınız için hazırladım. Kabul buyurursanız beni mesut edersiniz!” Diyor. Azizan Hazretleri bu nazik anda gelen yemekten son derece hoşnut kalıyorlar ve gence iltifat ediyorlar. Gelen yemekle misafir ağırlanıyor. Misafir gidince Şeyh Hazretleri paça satan genci çağırtıp:
-Senin getirdiğin bu yemek, sıkıntılı bir anımızda imdada yetişti. Sen de şimdi bizden ne muradın varsa iste ki, Allah dileğini verse gerektir.
Genç: “Aynen senin gibi olmak isterim!” Diyor.
– Bu çok güç bir şey… Üzerimizdeki yük senin omuzlarına çökecek olursa ezilirsin! Cevabını veriyor Azizan Hazretleri… Fakat genç yana yakıla ısrar ediyor:
-Benim âlemde tek muradım bu… Tıpkı tıpkısına senin gibi olmak… Başka hiç bir şey beni teselli edemez. Başka emel tanımıyorum!
-Peki, diyor, Azizan Hazretleri; öyle olsun!
Ve genci elinden tuttuğu gibi halvet odasına çekiyor. Orada nazarlarını gence mıhlayıp kalpleriyle kalbine yöneliyorlar. Biraz sonra gençte bir değişiklik başlıyor. Genç hem zahirde ve hem batında Azizan Hazretlerinin ayı olarak meydana çıkmaya başlıyor.
Bu hal tam 40 gün devam ediyor ve 40’ıncı gün genç girdiği yükün ağırlığında beka âlemine göçüyor ama muradına ermiş olarak… Keşke böyle bir zihniyetle gelinse, gidenin yaptıklarının üzerine konularak gelinse mesele yok zaten…
Fakat insanı ürküten farklı ideolojilerin güdümünde zirveye oynanıyorsa, işte o zaman ben işkillenirim. Benim tek bir inancım var ve hiç kimselere benzemeyen misafirperver, yardımsever bir kültürüm var.
Hiç kusura bakmasınlar ama böylesine mükemmel değerlerimin yok edilmesine izin veremem. Allayıp pullayıp yaldızlı kelimelerle ne beni ne de bu asil milleti kandıramazlar. Onlar sadece kendilerini kandırırlar.” Diyor ve bir başka konuya geçiyordu Acil Hastalara Yardım Vakfı Başkanı
Süleyman Doğan…
“Masal yani, ama gerçek gibi… Adeta rengârenk helezonlar labirenti… Dünyaya gelirsiniz. Yer-gök Ma-i… Mâ-i Mutlak’a teslimsiniz demektir. Önceleri bunu bilemezsiniz.
Sonradan öğrenirsiniz ki; Yaratıldıkları hâl üzere olan yani ismi yanında başka kelime söylenmeyen, yalnız su denilen sular Yağmur, dere, nehir, kaynak, kuyu, deniz ve kar suları, mâ-i mutlakmış…
Ya rengârenk helezonlar? Beyaz, aydınlık… Kırmızı, aşk… Siyah, buhran… Yeşil, solunum… Mavi, huzur… Gri, gaflet… Pembe, düş… Kahverengi, nefs… Renklerle yaşıyor insan… Labirentin sonunu yaşarken gören yok ama sonsuz da değil… Adı ecel…
Ne kadar da çok isteklerimiz var! Ne kadar da çok şikâyet ediyoruz! Ne kadar da çok kendimizi seviyoruz! Ne kadar da çok ilgisiz yaşıyoruz renklerden… Dur, durak bilmiyor zaman; akıp gidiyor ama hızının farkında değiliz.
Bir sevda masalı olmaktan çıksın hayat, hayatımızdan… Sema çekilsin ötelere, ne var ardında görmek istiyor ruhumun gözleri… Arzın magmaları kaynayıp durmasın ayaklarımın altında çok sıcak, içimi kaynatmasın zira nefsime hoş geliyor!
Bir huzur arıyorum! Sevda masalından çok uzak… Ayaklarıma sarılan arzularımın prangalarından sıyrılmak istiyorum gardiyansız… Yalansız ve özgürce… Pembe düşler zaten fersah ölçümü… Ulaşılmaz…
Şah damarımdan yakın o mutlak ama kahverengi nefsime teslim kırkayak ve ahtapot kollarından oluşan… Bir sevda masalıdır hayat… Gece takılan güneş gözlüğü gibi… Gündüzün boyumu aşan göl sazlığı gibi…
Devleri, karınca… Tilkileri, atmaca misali… Sadece gerçek olan sevdam… O da elle tutulur, gözle görülür değil… O halde bir gerçek var ki, beni görenleri gören… Uçan, uçamayan, yürüyen, yürümeyen, düşünen, düşünemeyen her canlıya: “Sen sensin, bende benim!” Diyen…
Bu çırpınış, bu kulaçlar, bu can atışlar, o halde kime? Sarıyı unuttumsa söyleyeyim! Başına koyarsan efendin, altına alırsan uşağın olur. Farkına varılmaz belki ama bakışları sarı rengiyle deler geçer o… Bir yol var, binlerce yolun arasından… Kurtuluşa, beyaza giden…
Neresi mi? Aklın yolu bir… Çünkü Allah bir… Zira: “Her engel, yaşam koşullarınızı daha iyileştirecek bir fırsattır.” Diyerek önemli bir konuyu işaret ediyordu Acil Hastalara Yardım Vakfı Başkanı Süleyman Doğan… Sonra da şöyle devam ediyordu.
“İnsan; en güzel zamanlarını, en zararlı, en kötü şey olan, bir takım arzularına kavuşmak için heba etmemeli boşa harcamamalı… Yani kaybedecek zamanımız yok. Vakit hızla geçiyor. Hele geçen bu zamanı geri döndürmek imkânsız…
Özellikle mühim işlerimizi hatta bu işler önemsiz de olsa bugünün işini de yarına asla bırakma!
Sevgili Peygamberimiz bile, “Yarına yaparım, yarına yaparım diyenler, aldandı) buyuruyor.”
Zaman, çok kıymetli olduğu için, bu çok kıymetli olan zamanı da, en önemli işlerde harcamalıdır. Her konuda bize yol gösteren, rehberlik eden İslâm büyükleri, tüm insanlığa zamanın çok iyi değerlendirilmesi konusunda öyle güzel rehber oluyorlar ki…
İmam-ı Rabbani hazretleri, bir talebesine yazdığı zamanın önemi ile alakalı nasihat mektubunda şöyle buyurmaktadır:
“Gençlik, ömrün en kıymetli zamanıdır. İnsanın sağlıklı, kuvvetli olduğu zamandır. Bu zaman, her gün geçiyor, azalıyor. İnsanın elden, ayaktan düştüğü, başkasının himâyesine muhtaç olduğu ihtiyarlık yaklaşıyor. Yazıklar olsun ki, en şerefli, en lüzumlu is olan, mârifetullahı, yâni Allahü Teâlâ’yı tanımayı, ona ibadet etmeyi, hayâl olan erzel-i ömre bırakıyorsun.
Allahü Teâlâ, insanları ve cinleri Allahü Teâlâ’nın rızasına, sevgisine kavuşmak için yarattı madem, o halde neden gereksiz arzular peşinde koşalım ki? Aslında bu çok değerli zamanlar bir nevi nefes aldığımız her güne bir nimettir. Bunu böyle algılamak gerekir.
“Maksudun, mabudundur” sözü meşhurdur. Aman Rabbimizin “Nefslerinin arzularını ilâh edinenleri görmedin mi?” Ayet-i kerimesine duçar olmayalım.
İmâm-i Sâfiî hazretleri buyurdu ki:
“Zaman kılıç gibidir, sen onu kesmezsen o seni keser. Biz zamanı ayıplarız. Hâlbuki ayıp bizdedir. Eğer zaman konuşacak olsa, mahcubiyetimizden kaçacak, gizlenecek yer ararız”.
Hasan-i Basrî hazretleri buyurdu ki:
“Sabahleyin gün der ki: Ey âdemoğlu! Ben yeni bir mahlûkum. Ameline de şahidim. Beni değerlendir! Çünkü ben geçtim mi Kıyamet gününe kadar dönmem”.
İbni Kayz, kendisine görüşme teklifinde bulunanlara buyurdu ki: “Güneşi tut [Yâni zamanı durdur], ben de sana konuşayım. Zira zaman daima harekettedir. Geçtikten sonra bir daha geri gelmez. Onun kaybı öyle bir kayıptır ki, telâfisi ve tazmini mümkün değildir”.
Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, “Ben yemekle meşgul olduğum her defasında, canım çıkıyormuşçasına ruhumda sıkıntı duyarım. Çünkü zikrime mâni oluyor” buyurdu.
İmam-i a’zam hazretleri ise, “Fenalıkların en büyüğü vakti boşa geçirmektir” buyuruyor. İmam-i Gazali hazretleri, “Geçmiş zaman elden çıkmıştır, gelecek ise henüz gaypdadır. Öyle ise senin için mevcut olan, içinde bulunduğun şu andır” buyurdu. Diyen Acil Hastalara Yardım Vakfı Başkanı Süleyman Doğan, sözlerini şöyle tamamladı.
“Kendi gözündeki merteği görmez, elin gözündeki çöpü görür. İnsanlar bunu neden yapar hiç anlamış değilim. Kendilerinde olan kusurları görmez ya da görmezlikten gelirler. Fakat başkalarının en küçük kusur veya davranışlarının üzerinde durup, devamlı konuşurlar.
Bu yanlış davranışları yüzünden zarara uğradığı zaman da bu kimselerin içinde bulunduğu durumundan yakınmaya hakları yoktur. Uğradığımız zarar başka birinin yanlışlığı sonucu ise yakınabiliriz.
Ama bizim yanlışlığımız yüzünden olmuşsa ağlamaya hakkımız da yoktur. Basit bir örnekle ders çalışmadığımızı düşünelim! Zamanımızı boşu boşuna harcıyoruz. Yıl sonu geliyor. Arkadaşlarımız bir üst sınıfa geçiyorlar, biz kalıyoruz.
Daha önce öğretmenlerimiz, ana ve babalarımız bizi uyarmışlar, çalışmaya yöneltmeye uğraşmışlar. Şimdi oturup dövünmenin sırası mı? Kendi iradesi ve mantığı ile yanlış iş yapan veya zarara uğrayan insan, bunun için yakınmamalı, çevresindekilere üzüntü vermemelidir. Hiç kendi düşen ağlar mı?
Bırakın zaman kaybetmeyi, bırakın elin gözündeki çöpü… Önünüzdeki hayat, başkalarının hayatıyla uğraşmakla geçmez. Bu kadar zaman zengini değilsiniz. Kesin olarak yapılıp sonuçlandırılan iş, eski durumuna getirilemez.
Onun için her davranıştan önce, bunun nasıl bir sonuç doğuracağını iyi hesap etmek, ondan sonra işe girişmeye ya da girişmemeye karar vermek gerekir. Düşünülmeden konuşulan sözler veya davranışlar insanların kalbini kırar, kişiliğine zarar verir, incitir.
Kırılan bir eşyanın düzelmesi mümkün olamayacağı gibi eski samimiyetin, davranışların beklenmesi de mümkün olamaz. Yani kesilen baş bir daha yerine konmaz. Kaldı ki bu yanlış hayatın kesitine baktığınızda sizi rahatsız edecek çok hatalar görürsünüz.
Sen kendini akıllı sanırken öyle keskin zekâlar karşına çıkar ki, çok affedersiniz keramete bile kıç attırır. O yüzden “Keskin sirke küpüne zarar verir” demişler. Hemen her şeye öfkelenen, kızan, bağıran sert huylu kişiler, başkalarından çok kendilerine zarar verir.
Öfkelendiklerinde sağlıklarını yitirdikleri gibi, toplumdaki saygınlıklarını da kaybederler. Çok öfkeli kişi, kendi sağlığını bozar, vücudunu yıpratır ve işlerini altüst eder. O nedenle “Kılıç kınını kesmez dostum!
Unutma ki kılıç yarası iyileşir, kurşun yarası iyileşir ama dil yarası iyileşmez. Silahların yarası ne kadar derin olursa olsun, tedavilerle bir süre sonra iyileşir, izi bile kalmaz. Fakat kötü sözün, gıybetin, elin gözündeki çöpü görmenin verdiği acının ilâcı ve tedavisi yoktur.”
Selam ve dua ile…